31 Ağustos 2012 Cuma

Bozcaada 21-22.07.12 (Trekist)

Geçen sene olduğu gibi bu sene de bir temmuz haftasonu Bozcaada'daydık. Ada'ya uzun zamandır görmediğim, liseden bir arkadaşım da geliyor - Nilüfer. Cuma akşamı İstanbul'dan yola çıktık. Yolda biraz muhabbet ediyoruz, sonra benim gözlerim kapanmaya başlıyor.

Cumartesi sabahı güzel bir güne uyandım. Saat 8 gibi Geyikli'ye varıdık, adaya geçecek feribotu beklerken kahvaltı edelim dedik. Sahildeki çaybahçesine oturduk. Önceki gelişimizden deneyimliyiz, siparişimiz alınsın diye beklemiyoruz, gidip garsonu biz getiriyoruz. Menemenler çaylar söyleniyor, gözümüz mutfakta beklemeye başlıyoruz.

Çaybahçesi, iki yandan kumsalla çevrili geniş bir alan. Bizden başka 15-20 kişilik başka bir grup ve birkaç aile daha kahvaltıya oturmuş. Ortalıkta hatırladığım kadarıyla iki-üç garson var, onlar da gözlerinden belli yeni uyanmış mahmur mahmur bakınıyorlar. Siparişler geldikçe onlar da ayılıyor, fakat bu sefer de ne kadar koştursalar masalara yetişemiyorlar. Anlaşılan mutfakta da çalışan az, menemenler bir türlü gelmiyor. Müşteriler nerde yemekler diyemesin diye garsonlar gözlerini masalardan kaçırıyor.

Tekrar hayret ediyorum, burasının kahvaltı servis edilecek en işlek zamanı bir yaz ayının cumartesi sabahı değil midir? Bozcaada'ya hafta sonu için geçecek yolcular feribot sırasını beklerken en azından oturup çay içip tost yemek istiyorlar. Basit bir işletmecilik mantığıyla cumartesi sabahları birkaç saatliğine iki eleman daha istihdam edilemez mi? Gelen grupları, otobüsleri ağırlamak zul olmaktan çıkıp sürekli bir gelir kapısı haline getirilemez mi?

Açlıktan sinirlenmeye başlamışken menemenler teker teker gelmeye başlıyor. Gelenleri aramızda paylaşıyoruz - feribotun kalkışına az kaldı, biz gidene kadar garsonlar bir daha gelmeyebilir :)

Hesabı ödeyip hızlı adımlarla iskeleye gidiyoruz. Yolda gazetemizi de aldık, şimdi keyif zamanı diyoruz. Ama rüzgar izin verirse.. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra Bozcaada bizi kalesinin tepeden baktığı iskelesiyle karşılıyor.


Bozcaada antik Truva şehrinin karşısında bulunuyor. Ada'nın İlyada'da bahsedilen Truva Savaşı'nda Akha Donanmasının saklandığı gizli liman olduğu söylenmekte.

Bu yılkı Bozcaada gezimizde bir değişiklik var: günümüzü teknede, Ada'nın koylarını gezerek geçireceğiz. Belki de Akha Donanması bu koylardan birinde saklanmıştı.. Hava biraz rüzgarlı. Bizim şanssızlığımıza bir aydan beri sakin ve sıcak olan hava bir iki gün önce dönmüş, Bozcaada'nın o ünlü rüzgarı hafiften kendini hissettirmeye başlamış.


Koy koy tekne gezisini seviyorum, ama benim denize girmem için önce iyice bir ısınmam, sıcaklamam gerek. Herkes güneşlenirken ben hırkayla oturuyordum - yani pek ısınamamıştım :) Teknede çocuklar da var, sevgili arkadaşımız Elif anne babalarıyla beraber yeğenlerini de getirmiş. En hareketlilerimiz tabii ki onlar, her koyda en çok onlar yüzüyor, eğleniyorlar.

Gün bitip karaya çıkıyoruz. Bir arkadaşımız önceki haftaki bir dere içi yürüyüş etkinliğinde bacağını kayaya çarpmış, derince yarmıştı. Yarası hala kapanmamış, etrafı kırmızı ve şiş. Ne yapmak gerekir diye sormak için annemi arıyorum, birkaç merhem ismi veriyor. Hemen her gezide ufak tefek problemlerle annemi arıyorum - artık fahri seyahat doktorumuz oldu :)

Grup çadırlı pansiyona dönerken biz merkezde kalıp eczane arıyoruz. Eczane Çınaraltı'nın karşısındaymış. Zaten Çınaraltı Kahvesi merkezin merkezinde ve her yer buraya göre tarif ediliyor. Çınaraltı'nın sakızlı muhallebisinin tadını hatırlıyorum. Eh, madem yolumuz buraya çıktı, tekrar test ediyorum - hala harika :) Kıvamı, sakızı mmmm tam benlik :)

Bozcaada'nın kalesine hiç çıkmamıştım. Günün kalanını kaleye ayırmaya karar veriyorum. Bozcaada Kalesi adanın kuzeydoğu burnu üzerinde kurulu. Üç tarafı denizle çevrili kalenin karaya bakan güney tarafı kullanıldığı dönemde su dolu bir hendekle çevriliymiş, içeri asma köprü ile giriliyormuş.

Kimin tarafından ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmiyor. Fenikeliler, Cenevizliler ve Venedikliler tarafından deniz ticaretinin güvenliğini sağlamak ve Akdeniz korsanlarına karşı bir güç olarak kullanılmış. Venedikliler bölgedeki nüfuzlarını kaybedip Bozcaada'dan da ayrılmak zorunda kaldıklarında kaleyi tahrip ederek gitmişler. Osmanlılar'a geçen kaleyi Fatih Sultan Mehmet 1455 yılında kapsamlıca onarmış, adeta eski temelleri üzerine yeniden yaptırmış. Dönem dönem bakım ve onarımlardan geçen kaleyi en son olarak II. Mahmut 1815 yılında yeniden inşa sayılabilecek kadar ciddi bir onarımdan geçirmiş. İşte tüm bu özen sonucu Bozcaada Kalesi Türkiye'nin en iyi korunmuş kalelerinden biri olarak günümüze gelmiş.




Bozcaada Kalesi günümüzde Ada ve çevresinden çıkarılan tarihi eserlerin sergilendiği bir açık hava müzesi olarak kullanılıyor. Amforalar, eski bir çapa ve ilk gördüğümüzde kalenin bir köşesinde neden mezarlık var diye bizi düşündüren mezartaşları bunlardan bazıları. 





Kalede ayrıca II. Mahmut'un tuğrası ve 1876'da yine onun zamanında Yeni Kale'nin yaptırılmasıyla ilgili yazıt da sergilenmekte.



Akşam kale manzaralı bir restoranda balıklı mezeli keyifli yemeğimizi yedikten ve iyice uykumuz geldikten sonra Ada'nın öteki ucundaki konaklama alanına geçiyoruz, çadırcı çadırına bungalovcu bungalovuna çekiliyor.

Pazar sabahı denize doyamayanlarımız kendilerini Ayazma Plajı'na atıyorlar. Halil'in Denizyıldızı kulübüyle dün bir arkadaşımız sörf yapmıştı, bugün de bazıları su kayağı mı desem banana mı simit mi artık adı neyse o deniz aktiviteleriyle çok eğlenmişler. Ben de kano denemek istiyordum, artık sonraki sefere..

Benim gibi şimdilik deniz yeter diyenlerse Bozcaada'nın sokaklarında dolaşıp, şaraplarından tadıp alışveriş yapıyor. Özellikle sevdiğim bir likör şarabı var - vişne şarabına benziyor, tatlı, baharatlı ve yüksek alkollü. Tatlı içki sevenlere kesinlikle öneriyorum. 

Elimiz kolumuz şarap dolu, son bir sakızlı muhallebi yiyip Bozcaada'ya bağbozumunda geri gelmek üzere veda ediyoruz..

17 Ağustos 2012 Cuma

Mavi Yolculuk & Mavi Dalış Marmaris-Datça 22-29.06.12 (Trekist)

Deniz-güneş-kumsal tatillerimi tekne turlarıyla renklendirmeyi sevmişimdir. Plajların kalabalığından uzaklaşmak, karayolu ulaşımı olmayan temiz koylarda sakince yüzmek, öğlen balık ve salata yemek ve güneş batarken hafif uykulu bir halde kıyıya çıkmak güzel. Ama bir hafta boyunca teknede yaşamak? Bu bir ilk olacak.

Program cumartesi başlıyor. Birkaç kişi uçak biletimizi bir gün önceye almıştık. Cuma akşam üzeri Dalaman'a inip teknenin demirlediği Göcek'e gidiyoruz. Havaş'tan inip kıyıya paralel ana caddeciğe çıkıyoruz. Sağlı sollu şirin hediye eşya dükkanları ile zevkli döşenmiş kafe, bar ve restoranlar arasından ilerliyoruz. Tekne marinadaymış. Önünden geçtiğimiz bir küçük otelin güvenlik görevlisine marinayı soruyoruz. "Hangi marina?" diyor. Farkına varıyoruz ki Göcek gerçekten de baştan başa bir marina-koy. Dağlarla sıkı sıkıya çevrelenmiş bu küçük koy her milletten tekne için ideal bir liman olmuş.


Biraz bişiler yiyip soluklandıktan sonra "bizim" marinaya yollanıyoruz. Ne şans! Karşıdan aşçımız Tayfun geliyor. Bir hafta boyunca bize nefis yemekler hazırlayacak olan Tayfun şimdi malzeme alımında. Tekne açıkta demirliymiş, jargona aşina olduk, "alarga"daymış. Biraz oyalanıyoruz. Tekne ekibi ilk parti alışverişi bitirdikten sonra bizi de alıp motorla tekneye dönüyor.

Teknemiz 8 kamaralı bir gulet. Kamaralar büyük, temiz, rahat. Bir kamara seçip yerleşiyoruz. Tayfa alışverişi tamamlamak için karaya geri dönüyor. Biz de denizin ortasında gün batımının keyfini çıkarıyoruz.



Akşam iyice bastırıp ay çıkınca, gece gelip Göcek karşımızda ışıl ışıl kalınca tekne gecelerinin ne kadar güzel olabileceğini görüyorum.



Bu huzuru bozan tek şey Göcek Koyu'ndaki bir beach club/gece kulübünden yayılan yüksek sesli tekno müzik. Göcek sakin ve nezih bir küçük yerleşim. Marinalardaki yatların bayraklarına baktığınızda anlayabileceğiniz üzere buranın misafirlerinin çoğu Avrupalı. Eh biraz da Göcek'te gezmişseniz farketmişsinizdir ki bu Avrupalıların çoğu da orta yaş üzeri, bazıları aileleri ile gelmiş insanlar. Huzur ve sükunet arıyorlar. Böyle kapalı bir koyda, sesin dağlardan yankılanarak daha da kaotikleştiği böyle bir akustikte bu müzik yayınını yapmak en hafif ifadeyle duyarsızlık, düşüncesizlik. Şöyle bir bakıyoruz, kulüp bomboş görünüyor. Umuyorum sahipleri yanlış yerde tezgah açtıklarını anlayıp daha uygun bir yöre seçerler.

Uyuduk uyandık, cumartesi sabahı Marmaris'e yanaştık. Teknenin diğer konukları teker teker geliyor. Herkes tamam diyoruz, ama demir alamıyoruz. Meğer bir eksiğimiz varmış. Kaptanımız hastanedeymiş, onu bekliyoruz. Nihayet kaptanımız bir poşet dolusu iğne ve ilaçla çıkageliyor. Akdeniz anemisinden dolayı kansızlık problemi varmış, gezi boyunca iğne olmak zorunda. Neyse ki teknede bir doktor da var!

Marmaris yakınlarındaki Yalancı Boğaz'da demirliyoruz. Denize girip çıktıktan sonra yemeği beklerken gün batımını izliyoruz.



Teknedeki arkadaşların çoğu dalıcı. Bazıları dalış eğitimi alıyor, kalanları deneyimli dalıcılar. Pazar günü dalışlar başlıyor.


Her gün ortalama iki koya uğruyoruz, dalıcılar dalıyor biz de yüzüyoruz. En beğendiğim koylardan biri pazartesi uğradığımız Gebe Kilise Koyu. Burada eski bir kilisenin ve bir hamamın kalıntıları var.


Birkaç kişi yüzerek kıyıya çıkıyoruz. Kıyı dar bir boğaz, arka tarafında başka bir koy daha var. Bu küçük koyda tahta bir tezgahta kekik, bal ve zeytinyağı satan bir gençle karşılaşıyoruz. Bize deniz kenarındaki yapının hamam olduğunu, kilisenin birkaç yüz metre ötede, tepede olduğunu söylüyor. Tepeye çıkıyoruz. Ben öflemeye pöflemeye başlamışken kilise görünüyor. Harap haldeki kilisenin nasılsa sağlam kalmış bir kemerli penceresinde yaşlı bir çoban oturuyor. Kıyıda tezgah açan gencin babasıymış. Kendi çocukluğunda bu kilisenin oldukça sağlam olduğunu, yöre köylülerinin gide gele kilise taşlarını götürüp ev yapımında kullandıklarını anlatıyor. Tarihi yapıların depremle selle değil de insan işgüzarlığıyla yıkılması ne acı..

Umut olta takımını getirmiş, akşamüstü oltaya bir balon balığı takılıyor :


Salı demirlediğimiz bir başka bir koyda ise su çok soğuk. Belli ki bir yeraltı suyu denize karışıyor. Akşamüzeri kayalık tepelerden ikişer üçerlik gruplar halinde bir keçi kafilesi iniyor. Keçi yolları böyle mi oluşuyor acaba? :) Deniz kenarındaki bir kayanın etrafına toplaşıyorlar - veeee burdan su içmeye başlıyorlar!


Anlıyoruz ki o kayanın altında denize karışan bir kaynak var. Daha sonra Ramazan o noktaya yüzüyor ve gerçekten de deniz yüzeyinin altından kaynayan bir su olduğunu söylüyor. Keçiler gürültümüzden korkup dağılıyorlar, bir süre tepeden bizi gözetleyip tehlikesiz olduğumuza karar verince hızlıca gelip su içiyorlar.


♥ haftanın paylaşılamayanı : mor çiçekli kekik 


Bu hafta iki doğumgünü kızımız var, Karolin ve Gökçe. Tayfun Karolin'e karpuzdan doğumgünü pastasını hazırlayarak hoş bir sürpriz yapıyor.


Çarşamba Bozburun'da karaya çıkıyoruz. Bozburun sakin, sessiz, huzurlu, yaşanılası bir balıkçı kasabası - tek kötü yanı, adı gibi boz.



Grubun aklına akşam fırında oğlak hazırlatmak geliyor. Yavru hayvan yemek istemediğimden ben oğlaktan almıyorum ama soframız çok güzel görünüyor.


Perşembe Korsan Koyu'ndayız.


Akşam da Gökçe'nin doğumgününü Selin ve Karolin'in yaptıkları pastayla kutluyoruz.


Cuma son günümüz. Yalancı Boğaz'da yüzme molası verdikten sonra Marmaris'e yanaşıyoruz. Yine keyifli bir aktivitenin sonuna geldik. Nice güzel günlere!


Likya Yolu Ölüdeniz-Patara Etabı Gün 3 : Alınca-Gee (Trekist)

Likya Yolu'nun bu bölümü Alınca'dan denize doğru inişle başlıyor.


Manzara harika, yol eğlenceli. Etrafımızdaki bitkileri ve ağaçları tanımaya çalışarak iyi bir tempoda yürüyoruz. Ağaçlar bölgeye uyum sağlamış, bazıları neredeyse denize paralel uçurum kenarlarından sarkıyor. Bazıları da köklerinin bir kısmıyla kayalara tutunmuş bir kısmıyla da dik durmak için topraktan destek alıyor gibi.


Orman içi, belirgin bir patikayı takip ediyoruz. Bu güzel ve güneşli günde ağaçlar gölge oluyor, sıcaktan rahatsız olmuyoruz. Ayaklarımızın altında kuru çam yaprakları yumuşacık..


Bu keyifli patika bizi grup fotoğrafı için mükemmel bir nokta olan seyir tepesine götürüyor. Burda uzunca bir foto molası veriyoruz.


İnişi çıkışı az, zevkle yürünen patika genişliyor, Ge Köyü'ne doğru devam ediyoruz.


Ge Köyü'ne doğru patika asfalt yola birleşiyor, aracımız bizi buradan alıyor ve dönüş yolculuğuna başlıyoruz.

Ge(e) Köyü'nün adının nereden geldiğini bilmiyorum. Kate Clow burayı Gey Köyü olarak kitaba almış ve işaretlemiş. Duyduğumuza göre köylüler çok bu harf hatasından çok şikayetçi :)

Likya'ya doyamadık. Neyse ki daha yürünecek etaplar var ;) Sonrakilerde görüşmek üzere!