Martı yarıladık. İstanbul’a hala bahar
gelmedi, doğada alçak irtifalarda tek tük rastladığımız birkaç çiçeğe rağmen
yürüdüğümüz patikalardan kar hala kalkmadı. Yine bir kar yürüyüşündeyiz. Yola
Eskiyayla’dan çıktık, Kırca’ya doğru ilerliyoruz. Bulunduğumuz bölgede yerleşim
seyrek, Eskiyayla ve Kırca arasında bir başka köy yok.
Hava açık ve sakin. Bahar gelmedi belki ama
kış bitiyor, belli. Bu sene yaptığım her kar yürüyüşü birbirinden güzeldi. Her
birine bu seferki en güzeli dedim. Yürürken bu sonuncusu için de aynısını
düşündüm. Domuzderesi’nin yanından, göknarların arasında bir orman yolundan
gidiyoruz. Göknarı tanımayanlarımız onu daha çok yılbaşı ağacı olarak biliyor J Büyüklü
küçüklü karla kaplı yılbaşı ağaçlarının arasında yürüdüğünüzü düşünün.. Sekiz
çift adımın ve neşeli muhabbetlerin kuş seslerine eşlik ettiğini..
Kar yumuşak. Herkes ağırlığı ölçüsünde batıyor. Kadınlar ve çantası hafif olanlar avantajlı – bizler bileklerimize kadar batıyorsak erkekler ve çantası ağır olanlar en az dizlerine kadar kar içinden yürüyorlar. Yılmaz’a dönüp “8 Mart’ı kutlamak için buraya getirdin bizi heralde, kadınların rahat yürüdüğü erkeklerin bu kadar zorlandığı, nefes nefese kaldığı ilk yürüyüş bu oldu.” diyorum.
Yol boyunca tavşan ve tilki izleri var. Kar kalktığında
muhtemelen taş ve tomruk taşımak için kullanılan bu orman yolunun kışın bizden
başka yegane yolcuları orman hayvanları. İzleri bazen yolun sağında bazen de
solunda görüyoruz, bir süre sonra biz de onların izlerinden yürümeye
başlıyoruz: Karın en sert olduğu yerlerden gidiyorlar J
Saat 14:00’yi geçiyor, acıkmaya başladık.
Yılmaz oturabileceğimiz karsız bir açıklık arıyor ama uzun süre bir yer
göremiyoruz. Sanki ormanda karla kaplı olmayan en ufak bir toprak parçası
kalmamış. En sonunda yolun dere hizasına alçaldığı bir noktada 3-4 metrekarelik
bir ağaç altına sığınıyoruz. Kar sık dalların üzerinde birikmiş, kenarlarından
toprağa akmış ama ağacın altına ulaşamamış. Yürüyüşe başladıktan 3-3,5 saat
sonra burada öğle molamızı veriyoruz. Molanın sonuna doğru hafif bir kar yağışı
oluyor, sonra kesiliyor.
Tekrardan yola koyuluyoruz. Kar artık daha
batak. Önden önden giderken birden sağ bacağım tamamen kara saplanıyor. Ayağımın
üstündeki kar o kadar kalın ki sıkışıyorum. Yılmaz’la Kubilay beni zar zor yukarı
çekiyorlar. Bundan sonra ben de yol açanların ardından uslu uslu tek sıra
ilerleyenlere katılıyorum. Bazen Çetin, bazen Kubilay, en çok da Yılmaz önden
giderek karda iz açıyorlar. Hepimiz onların adımlarını takip ediyoruz.
Bu sırada sağımızda solumuzda taze ve belirgin
hayvan izleri görüyoruz: bu sefer de anlaşılan bir ayıyı takip ediyoruz. Dereye
doğru baktığımızda dikkatimizi kırılmış ince ağaçlar, dallar çekiyor. Anlaşılan
ayı arada sırada su içmek için dereye inmiş. Ayının inine gidiyoruz heralde
diye şakalaşıyoruz.
Bütün hayvanlar insandan korkar. Ayı da korkak
bir hayvandır, insanların sesini duyar, kokusunu alır, yaklaştıklarını anlarsa
kaçar derler. En tehlikelisi sessizce yaklaşmak ve ayıyı şaşırtmakmış. O zaman
korkan hayvan size de saldırabilirmiş. Biz de elimizden geldiğince burdayız,
geliyoruz demeye çalışıyoruz. Yılmaz ve Kubilay düdük çalıyor, Şirin ve Berna
Karadeniz türküleri söylüyor.
Böylece saatler geçti. Bu parkuru normal
şartlarda tamamlama süremiz yaklaşık 6-7 saat ama bir buçuk metreyi bulan kalın
ve batak kar tabakası hızımızı önemli ölçüde kesiyor. Ekibimiz de yorulmaya ve
üşümeye başladı. Yolun kapandığı bir noktada tepeye mi tırmanalım dereden bir
geçiş bulabilir miyiz derken Çetin ve Kubilay dere geçişini denemişler ve
ayaklarını ıslatmışlardı. Yılmaz’ın da sol ayağı ıslanmış ve hatta donmaya
başlamıştı. Bahri arkadaşımız da yürüyüşün başında çok enerji harcadığından
artık iyice yorulmuştu. Bacaklarına kramp giriyor, yürümekte zorlanıyordu.
Artık akşam karanlığı çökmüş, fenerler
yakılmıştı. Sular azalmış, kuruyemiş ve çikolata gibi takviye yiyeceklerimiz
neredeyse tükenmişti. Ekipte durumu en kötü olan Bahri’ydi. Şebnem ve Berna
batonlarını Bahri’ye verdiler. Çetin arkada kalıp Barhi’ye eşlik ediyordu. Herkes
oldukça yorgundu. En önde Yılmaz hala iyi bir tempoda iz açıp adım adım
ilerliyordu, ama ekipte kimsenin arada öne geçip ona yardım edecek gücü
kalmamıştı.
Ekipte hafiften endişeler başlamıştı. Gözler
tepelerin ardında, dönemeçlerin ötesinde köy ışıklarını arıyor, Yılmaz’a “ne
kadar kaldı?” sorusu giderek daha sık soruluyordu. Yolumuz belliydi, parkur
daha önceden gittiğimiz ve bildiğimiz bir parkurdu, kaybolma tehlikesi söz
konusu değildi. Önümüzdeki en büyük tehlike bu endişenin paniğe dönüşmesiydi.
Yılmaz biraz ilerleyince bir köprü, bir sonraki dönemeçte mıcır yatağı vs.
göreceğimizi, yaklaştığımızı söyleyerek ekibin moralini yükseltmeye
çalışıyordu.
Ne kadar yolumuz kaldığına gelince – yakaşık 3
saat boyunca bi 15 dakika hadi olmadı yarım saatlik yolumuz kalmıştı J
Yolun son bölümünden inerken kar nihayet
ayaklarımızın altında alçaldı ve sonunda kayboldu. Çamurlu toprakta bizimkilere
ters izleri gördüğümüzde köye yaklaştığımızı anladık. Köyde gecenin içinde bir
serap gibi ışıklarını yakmış bizi bekleyen araca ulaştığımızda senenin en uzun
ve zorlu kar yürüyüşünü yapmış olmanın yorgunluğuyla yerlerimize geçtik. Günü
nasıl mı noktaladık? Tabii ki Çakarlar’da ıslama köfte ile!