26 Eylül 2012 Çarşamba

Kaçkarlar 18-25.08.12 (Trekist)

Kaçkarlar. Geçen sene ilk gördüğümden beri kendimi ait hissettiğim sisli dağlar, çiçekli yaylalar, yüksek ağaçlı ormanlar.. Bu sene yine Şeker Bayramı'nda bu yöredeyiz.

Cumartesi sabahı Trabzon Havaalanı'nda buluşuyoruz. Grup toparlandıktan sonra rehberimiz Çoban Ahmet'in şoförlüğünde Fırtına Deresi'ni takip ederek bazen parke taşlı, bazen asfalt tutmadığından beton, bazen de toprak yollardan geçiyoruz. Grup kararı, gün batmadan Zil Kale'ye uğramak yönünde.


Zilkale (Kale-i Zir, Aşağı Kale), Fırtına Vadisi'nden geçen İpek Yolu'nu denetim altında tutmak için Ortaçağ'da yapılmış savunma kalelerinden biri. Yapım tarihi kesin olarak bilinmiyor, 14. veya 15. yüzyıl olarak tahmin ediliyor. Bu da Trabzon Rum İmparatorluğu dönemine denk geliyor. Osmanlı Devleti bölgenin kontrolünü ele geçirdiğinde kaleyi de kullanmaya başlamış.

Hava sisli. Ayrıca akşam olmaya, gün ışığı azalmaya başladı. Tekrar uğramak üzere Zil Kale'den ayrılıp pansiyonumuza doğru yola koyuluyoruz. Çat Köyü'ne vardığımızda akşam olmuş bile. Yetenekli aşçımız Mari'nin hazırladıkları yemekleri yedikten sonra yorgunluğumuzu atmak için odalarımıza çekiliyoruz.

Pazar sabahı uyandığımızda Fırtına Deresi kenarındaki pansiyonumuzun manzarası kahvaltımızı daha da lezzetlendiriyor.



Bugün irtifaya alışmak için kısa bir yürüyüş yapacağız. Yakınlardaki şipşirin bir taş köprüde fotoğraf molası verdikten sonra yürüyüşe başlıyoruz.


Yürüyüşün ilk bölümünde toprak yoldan Çat Köyü'ne çıkıyoruz.


Bölgede Doğu Ladinleri yoğunlukta. Dümdüz gövdeleri ve sivri tepeleri ile gerçekten de görkemli ağaçlar. Yolumuzun üzerindeki bazı ağaçlarda dallardan upuzun sarkan likenler dikkatimi çekiyor. Likenler, mantar ve alglerin ortakyaşamıyla ortaya çıkan bitkiler. Hava kirliliğine karşı çok hassaslar, hatta hava kirliliği ölçümünde kullanılıyorlar. Buranın havası o kadar temiz ki likenler yaşlı ağaçların sakalları gibi dallardan sarkıyor. Bu yöredeki liken cinsi tahminimce Usnea barbata.


Ormanda çiçekler, mantarlar ve çarpıcı rengiyle karşımıza çıkan bir yumuşakça da ilgimizi çekiyor.




Çat Köyü'ne yaklaşırken sis basıyor. 



Çat'a doğru inişe geçtiğimizde pansiyonumuzu da sisler altında görüyoruz.



Çat Köyü Mehmet Haberal'ın köyüymüş. Köy sakinleri Haberal'a sahip çıkıyor ve davayı takip ediyor. Evlerin camlarında da Haberal posterleri görmek mümkün.


Pansiyona dönüp öğle yemeğini yedikten sonra rotamız Palovit Şelalesi. Şelaleye giden yol da şelale kadar güzel. Özellikle Fırtına Deresi'nin oluşturduğu kaya şekilleri çok hoş.






Şelale etrafından birkaç detay..



Palovit ile Zilkale arası yaklaşık 15 km. Kaleyi tekrar ziyaret ediyoruz ve bu sefer uzun uzun geziyoruz. Zilkale muhtemelen Osmanlı döneminde bir sürgün yeriydi. Fırtına Deresi'nden 100 metre, Karadeniz'den ise 750 metre yukarıdaki bu kalede askerlerin ve kalebentlerin kışın bembeyaz kar altındaki ıssızlıklarını, baharda eriyen kar sularının coşturduğu derenin sesinin kaleye nasıl yankılanarak ulaştığını hayal ediyorum. Nöbetçilerin taş basamaklardan iniş çıkışını, kervanların vadiden geçişini, haydutların kervan yolu kesmesini ve askerlerle çatışmalarını..





Pazartesi parkurumuz Verçenik Yaylası ve Kapılı Göller. Verçenik'e çıktığımızda rehberimiz Çoban Ahmet bizden biraz izin istiyor, annesi yazı burada geçiriyormuş, onunla bayramlaşacak. Ben de bu arada güzel bir sürprizle karşılaşıyorum - endemik turuncu gelincik (Gelin çiçeği, Papaver lateritum):


Ahmet geri geliyor ve beyaz çiğdemlerin arasından yürüyüşe başlıyoruz.


Verçenik hala hayvan otlatmak için kullanılan bir yayla. Çoban Ahmet'in ailesinin keçi sürüsünün yanından geçmiştik, şimdi de karşımıza inekler çıkıyor.



Şansımıza (bakış açınıza göre bahtsızlığımıza) sisli bir gün. Ben siste yürümeyi seviyorum. Dünya daha büyülü bir yer haline geliyor. 


Yürüyüşte rastladığım bazı çiçekler :




Kapılı Göller'e vardığımızda sis hala kalkmamıştı.


Sanki Gölün Hanımı elini sudan çıkaracak ve Artur'a Ekskalibur'u uzatacak..

Ama bu buzul gölleri güneşli ve açık havalarda da ayrı bir güzel. Geçen sene yine bu zamanlarda geldiğimizde hava açık ve sıcaktı. Yorgun ayaklarımızı serin suya sokup dinlenmiştik. Çadırlı geçiş yapacak arkadaşlar ilk kamplarını burada kurmuşlardı. Hatta içlerinden biri göle girip yüzmüş bile! Güneşli günlerde göl nasıl görünüyor merak edenler için geçen yıldan kalma birkaç foto ekliyorum:





Böylece kapalı ve sisli havanın dezavantajını gördük sanırım :) Ama mistik atmosfere ek iyi bir yanı da var - geçen sene tepemizde parlayan güneşten dolayı Verçenik parkuru zorlandığımız bir yürüyüş olmuştu. Oysa bu yıl tüm ekibin performansı harikaydı. Zevkli ve eforlu bir yürüyüş yaptık.

Yürüyüşü tamamlayıp Çoban Ahmet'lerin evinin yakınlarına döndüğümüzde hoş bir süpriz bizi bekliyor: Ahmet'in annesi bize çay demlemiş! Sobanın etrafına dizilip çaylarımızı içiyoruz.

Dönüş yolunda rastladığımız keçi sürüsüne de selam verip akşam yemeği için pansiyona geri dönüyoruz.


Oldukça yüksek irtifadayız, Verçenik Yaylası 2500'ün üzerinde, Kapılı Göller ise 3000 metreye yakın. Araçla gelirken inanılmaz bir şey dikkatimizi çekti: muhtemelen baharda karların erimesiyle derenin üzerinde düşen çığ, bir kar bloğu halinde kalmış. Dere de yavaş yavaş ortasını oyarak kardan bir köprü yapmış. Yürüyüşe erken başlamak istediğimiz için burada durup fotoğraflamak işini dönüşe bıraktık. Ama dönerken ne görelim, bunca ay dayanmış köprü tam da yıkılacağı günü bulmuş! Bir yandan da düşünmüyor değilim, biz kar köprüsüne çıkmak isteyecektik muhtemelen, eğer sabah durmuş olsaydık içimizden biri belki de yaralanabilirdi..


Akşam pansiyonda nefis bir yemekten sonra müzik ve muhabbetle günün yorgunluğunu atma seansı başlıyor. Ben çok uyurum. Yorulunca daha da çok uyurum. Günün yorgunluğunu kendi metodumla atmak için odama dönüyorum.

Salı sabahı hemen hemen herkesten önce uyandım. Duşa girip kahvaltıdan önce ufak bir yürüyüş için aşağı indim. Kimse var mı diye sağa sola bakınırken bi de baktım pansiyon sahiplerinden Mucip'in  arkasından bir inek geliyor :) Mucip mutfağa girdi, inek de kapıda durup böğürmeye başladı - Mucip'i çağırıyor! Sanıyorum benden başka uyanan Cengiz ve Yılmaz vardı, fikir onlardan çıkmış olmalı, inek sağılmak istiyor dedik. Böylece Mucip, Çoban Ahmet ve Cengiz'in takım çalışmasıyla inek sağıldı:


Süt kaynadı, ve kahvaltıda taze sıcak süt içtik - harikaydı. Kahvaltıdan sonra bu yörenin yollarında gidebilen yegane toplu taşıma aracı olan minibüse bindik. İlk durağımız Kale-i Bala (Yukarı Kale).


Kale-i Bala da Zilkale gibi Fırtına Vadisi boyunca kervan yolunu korumak için kullanılan kalelerden. Fırtına Deresi'nin iki kolu arasındaki bir tepeye kurulmuş olduğundan oldukça stratejik bir noktada bulunuyor.





Kale-i Bala'dan aşağı inerken çiçeklere konan kelebeklere odaklanıyorum.



Kale ziyaretinden sonra tekrar yola koyuluyoruz. Bugünkü yürüyüşümüze Başyayla'dan başlayacağız.


Başyayla'nın diğer adı Hemşin, aslında bir yerleşim yeri ama günümüzde yayla olarak biliniyor. Yeri gelmişken Hemşin hakkında biraz bilgi verelim. Ermeni Prens Hamam'ın başkenti Hamameşen, zaman içinde Hemşin olarak söylenir hale gelmiş. Bir kent isminden çıkarak bu yörenin adı olmuş. Hemşinliler, Osmanlı egemenliği altında Türkleşmiş ve Müslümanlaşmış Ermeniler. Yöre halkının çoğu Ermeni kökenlerini unutmuş ya da inkar etmiş olsa da yaşlılar arasında hala Hemşince konuşanlar var. Batı Ermenicesi'nin bir kolu olan Hemşince'yi günümüzde Türkiye'de 40.000 civarında kişinin konuştuğu sanılıyor. UNESCO, Hemşince'yi yok olma tehlikesi altında olan diller arasında gösteriyor.

Hemşince ile ilgili bir anekdot duyduğumu anımsıyorum. Araştırdığımda Radikal yazarı İsmail Berkan'ın bir yazısında karşıma çıkıyor, aktarıyorum :
"Sarp sınır kapısı açıldı. O kapıdan herkes gibi Ermeniler de geçti, Türkiye'ye girdi. Yine bir Hemşinli'nin anlatımından aktarayım: 'Mengreller geldi, Lazlarla Lazca konuştu anlaştı. Gürcüler geldi, bizim Gürcülerle Gürcüce anlaştı. Ermeniler geldi. Biz sustuk.'" 

İşte biz yürüyüşümüze buradan başlıyoruz.


Beyaz çiğdemlerin arasından zevkli bir yürüyüş yapıyoruz. Horon molasını da ihmal etmiyoruz :)


Başyayla - Yıldızlı Göller rotasında devam ederken ıssız yaylaların sakinleri keçiler, çobanlar ve çoban köpekleri..


Göllere yaklaşırken sis giderek artıyor.




Kamplı geçiş yapacaklar bir boğazı aştıktan sonra aşağı inecek ve Yıldızlı Göl kenarında çadırlarını kuracaklar. Biz yürüyüşçüler de onlara yolun yarısına kadar eşlik ediyoruz. Ama sis o kadar arttı ki göl kenarına inmek bizim için anlamsız hale geldi. Rüzgardan korunmak için taşların arkasına sığındığımız öğle molasından sonra önümüzde uzun bir dönüş yolu var.

Dönüşte gözüm yayla çiçeklerinde.






Yönümüzü kıl çoraplı bir keçi çobanına sorup doğruladık. Başyayla'ya inerken iki inek böğürerek arkamızdan koşmaya başladı! Biz bağrış çağrışa başlayınca durdular. Bir gözümüz ineklerde hızlı hızlı yürümeye devam ettik. Beni bayağı korkuttular, ineklerden kaçmak için dereyi geçip siste kaybolmaya hazır hale geldim :) Sonradan anladığımıza göre inekler hem sisten hem bizden korkmuşlar. Biz onları kovalayınca kaçıyorlar, ama güvenli bir uzaklıktan bizi izlemeye devam ediyorlar. Arayı çok açtığımızda bu sefer insanlardan uzak, sisin içinde kurt korkusuyla kalmaktan deliye dönüp koşuşturarak bize yetişiyorlar. Ama bizi tanımadıklarından bizden de korkuyorlar. Böylece biz önce inekler arkada dere kenarına indik. Dereyi geçip köye çıktığımızda bizi bekleyen aracımızla buluşacağız. Tam da o sırada dereyi takip ederek gelen iki köylü kadınla karşılaştık. Meğer ineklerini aramaya çıkmışlar. Onlar bize ineklerimizi korkuttunuz sütleri kesildi diyor, biz de onlara asıl inekleriniz bizi çok korkuttu diyoruz :) Kadınlar inekleri sakinleştirip evin yoluna döndürmeye çalışırken biz de nihayet ineklerden kurtulduğumuzu düşünüp dereyi geçiyoruz. Ama o da ne - bu sefer inekler sayıları daha da artmış olarak koşturarak üzerimize geliyor! Yine çığlık çığlığa kaçıyoruz, Yılmaz batonumu alıp ineklere kılıç çekiyor :) Sonunda inekler kendi yollarına gidiyor, biz de derin bir oh çekerek yorgun argın araca doluşuyoruz.

Bugün de güzel bir akşam yemeğini ve dere kenarında bir iki birayı hakettik..

Çarşamba sabahı güneşli, açık bir güne uyandık. Bugün iki yayla gezeceğiz: Gito ve Badara. İlk durağımız Gito Yaylası.


Gito'dan bir yanda Pokut'u, bir yanda da Kavrun Zirvesi'ni görebiliyoruz.



Gito etrafında güzel bir yürüyüş yapıyoruz. Bu yürüyüşün en tatlı sürprizi yörede likapa denilen yabanmersini. Güçlü bir antioksidan olan ve ilaç yapımında da kullanılan bu değerli ve çok lezzetli meyveyi bodur çalılardan topluyoruz. O kadar nefis ki herkes çalıdan çalıya sekerek hem avuç avuç yiyor hem de Handan arkadaşımızın önerisi ile reçel için bir torbaya katkıda bulunuyor. Akşama reçel tenceresi kaynayacak!

Gito'dan sonra Badara'ya geçiyoruz. Yöre halkı "Badara Mezreleri" diyor ama muhtemelen kışlarını İstanbul'da geçiren Badara sakinleri burayı "Badara Yaylası" olarak anıyor.




Günler gerçekten çabuk geçiyor. Bugün (perşembe) iki gecedir kamplı geçiş yapan çadırcılarla buluşacağız. Hedefleri Yıldızlı Göller'den Kavrun geçişi yapmaktı, ama sisten dolayı rotalarını değiştirme ihtimalleri var. Telefonlar çekmiyor, onlara ulaşamıyoruz. İlk hedefe sadık kaldıklarını umarak Kavrun Yaylası'na gidiyoruz. Burada doğa gerçekten harika.




Beni en çok etkileyen ise üzerlerinden süzülen sularla parlayan düz kayalar. Büyülü bir dünyada buralara mızrak boyu derinlikte rünlerin kazınacağını düşlüyorum..



Kaçkar arıları binbir çiçekten toz toplayarak şifalı ballarını yapmakla meşgul.


Buranın diğer sakinleri de kelebekler.


Tam yürümeye başlıyoruz ki toprak yoldan sallana sallana gelen bir araba bizimkilerin Trovit'e doğru rotalarını çevirdiğini söylüyor. Biz de toparlanıp çadırcıları karşılamak için yola çıkıyoruz. Her yükseltiden bir derenin indiği Elevit Yaylası'ndan geçiyoruz.


Trovit Yaylası'na vardığımızda köyün dışına çıkıp çimlerin üzerinde güneşlenerek öğle molamızı veriyoruz.


Çadırcılar vadiyi takip ederek buraya gelecek.


Kumanyalarımızı afiyetle yedikten sonra ekipten bazı arkadaşlar onları karşılamak için vadiye doğru yürüyorlar. Ben çimlere uzanan keyifçiler arasındayım. Usul bir rüzgar esiyor, biraz ötemizdeki inek çanlarının ninni gibi geldiği büyülü bir sükunet içerisindeyiz.. Sadece burada bulunmak ve vadiye yavaş yavaş çöken sisi izlemek bile kendinizi doğaya ait hissetmenize yetiyor.

Yaklaşık bir saat kadar sonra çadırcılar onları karşılamaya gidenlerle beraber geri dönüyor. Yeniden tüm ekip biraradayız.

Araca binip vadiyi bu sefer yukarıdan seyrederek Palovit'e geliyoruz. Palovit, şirin çayhanesiyle bizi bekliyor.


Ufak bir çay sefasından sonra bu gece kalacağımız Amlakit'e doğru yollanıyoruz. Pansiyona yerleştikten sonra yürüyüşe doyamayanlar için yaklaşık iki saatlik ufak bir gezintimiz daha var. Çoban Ahmet onlara rehberlik ediyor. Ben biraz yaylada dolaşmak istiyorum.

Amlakit sisler altında. En hoşuma gidense buranın camisi:


Amlakit'in tadı ahududu. Yayalada yol kenarları ahududu çalılarıyla dolu. Yemeği beklerken biz de nasipleniyoruz tabi. Akşam yemeğinden sonra ise horon vakti.


Uyuduk uyandık cuma oldu. Bugün son yürüyüş günümüz. Geçen sene hayatımda yürüdüğüm en güzel yol dediğim Amlakit-Hazindak-Pokut parkurunu yürüyeceğiz. Bu güneşli günde Amlakit'in içinden geçerken dün akşamkinden farklı bir yayla var karşımızda.



Ne yazık ki yürüyüşün başında nahoş bir sürprizle karşılaşıyoruz. Geçen sene keyifle yürüdüğümüz, anlata anlata bitiremediğimiz Pokut patikasında yol açma çalışmaları yapılıyor. Patikanın iki yanındaki ağaçlar kesilmiş, yol araçlar için genişletilmiş ve düzleştirilmiş.


Neyse ki bu keyifli patikanın tamamı tahrip olmamış. Parkurun eski taş döşeli kervan yolunu izleyen bölümü hala bakir. Kimbilir kaç yüzyıllık bu taş yolda yürümek büyük bir zevk.


Orman içi patikaları takip ederek Hazindak'a varıyoruz. 150-200 yıllık ahşap evleri, gelenekselliğni koruyan sakinleri ile çok hoş bir yayla burası. Nasılsa fotoğraf çekmemişim, herhalde sağıma soluma bakmakla kendimi kaybettim :) Bunu telafi etmek için geçen seneden Zeynep arkadaşımızn objektifinden bir Hazindak fotosu ekliyorum: 


Hazindak'ta fazla oyalanmadan devam ediyoruz. Ve Pokut görünüyor.





Diğer pek çok yaylanın aksine ağaçlarla çevrili olması Pokut'a ayrı bir güzellik katmış.

Yağmur ve sellerden etkilenen araç yolları oldukça kötü. Aracın Pokut'a gelmesinin sıkıntılı olacağını düşünen Çoban Ahmet Fırtına Deresi'nin kenarındaki pansiyonumuza kadar yürümemizi öneriyor. Yılmaz yolun çok uzun olduğunu söylüyor ama grubun çoğunluğu yürümekten yana. Doğu ladinleri ve göknarlar arasından yürümeye devam ediyoruz. Bozuk toprak araç yolunu takip etmekten ayaklarım sızlamaya başıyor bile.. Bir süre devam ettikten sonra pes ediyoruz ve aracı çağırıyoruz.

Pansiyona gidince ilk işimiz sıcak bir duş, sonrasında da dereye karşı ayaklarımızı uzatıp çay keyfi..

Yemekten sonra son kez çantalarımızı topluyoruz. Yarın sabah şehre dönüş başlayacak.

Kaçkarlar. Bu dağlar, vadiler, dereler, ormanlar, yaylalar, patikalar her zaman ruhumun bir parçası olarak kalacak..